BATI AFRİKADOĞU AFRİKAGÜNEY AFRİKAHABERLERKUZEY AFRİKAORTA AFRİKAPOLİTİKA

Fransa- Afrika ilişkilerinin krizi, Türkiye için fırsat mı?

Milli Savunma Üniversitesi Öğretim Üyesi Murat Yiğit, “Fransa- Afrika ilişkilerinin krizi, Türkiye için fırsat mı?” sorusunu Merhaba Afrika için yanıtladı.

Fransa, Afrika ile ilişkilerinde dekolonizasyondan beri en kritik zamanları yaşıyor. Soğuk Savaş sonrasında dünyada oluşan yeni düzende aralarında Fransa’nın da bulunduğu Batılı ülkelerin Afrika kıtasındaki ağırlığı giderek azaldı. Bu durumun ortaya çıkmasında üç faktörün önemli rol oynadığını söylemek mümkündür. Birincisi, Soğuk Savaş boyunca Fransa ve ABD olmak üzere Batı’nın zengin aktörlerinin Afrika ülkelerine yönelik cömert dış yardımları, yatırım ve hibelerinde dramatik bir düşüş yaşanmasıdır. Bilhassa Afrika’daki otokratik rejimlerin Sovyet kampına dâhil olmasını engellemek maksadıyla kullanılan ekonomik araçlar, savaş sonrasında yürürlükten kaldırıldılar. Bu da kıtadaki istikrarsızlığı artırdı. İkinci faktör, yeni uluslararası düzenin ekonomik ve siyasi işbirliğini teşvik etmesiyle belirginleşti. Soğuk Savaş ortamında pek de müsaade edilmeyen bazı ikili ortaklıklar mümkün hale geldi. Çin ve Rusya gibi ülkelerin yoğun biçimde Afrika’da faaliyet göstermesi yeni uluslararası koşullarda tehlike olarak kabul edilmedi. Oysa bu aktörlerin önceki girişimleri askeri darbeler veya iç savaşlara bile yol açıyor, geleneksel hegemonik aktörlerin engellemesiyle karşılaşıyordu. Ticaretin, doğrudan yatırımların, kalkınma işbirliğinin ve nihayet Küresel Güney hareketliliğinin uluslararası kurumlarca takvime bağlaması söz konusu ortaklıkları güçlendirdi. Üçüncü faktör, 11 Eylül sonrası terörle mücadele ve Arap Ayaklanmaları sonrası istikrar gerekçeleriyle Fransa gibi ülkelerin askeri araçlarla kıtaya dönüşü yeni bir tahakküm biçimi olarak algılanması ve kitlesel tepkilere yol açmasıdır. Güney-Güney İşbirliği kapsamında farklı ortaklıkları tecrübe eden Afrikalıların bu yeni tahakkümü hoş görmedikleri söylenebilir. Başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinin üstünlükçü ve her şeyi kendisine hak gören tutumu yeni sömürgeciliğe karşı güçlü bir kamuoyunun palazlanmasına sebep olmuştur. Senelerce süren ve ciddi bir sonuç getirmeyen Barkhane gibi operasyonların kuşku doğurmaması beklenemezdi zaten. 

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Afrika seyahatlerinde karşılaştığı nahoş tepkilerin, kısa zamanda Batı Afrika’nın önemli ülkeleriyle yaşadığı kopuşun, Fransız dış misyonlarının türlü hakaretle bu ülkelerden kovuluşunun arka planında sadece bu faktörler de yok üstelik. Macron’un her ziyaretinin farklı bir sansasyona neden olduğu Afrika kıtasında hem kendi ölçüsüz davranışları hem gördüğü muamele hem de ikili ilişkilerin karanlık geçmişi ciddi tartışmaların konusu oluyor uzun zamandan beri. Karanlık geçmişe dair olguların başında Fransafrika kavramıyla ifade edilen faaliyetler geliyor. Fransafrika şöyle tanımlanabilir: Sahra altı Afrika’da hüküm süren gizli operasyonların, müdahalelerin, yeni sömürgeci çıkar ağlarının, hukukiliği tartışmalı ikili antlaşmaların, yasa dışı ticari faaliyetlerin, açık/örtük müdahalelerin ve inşa ettiği hegemonyanın bütünü. Dekolonizasyondan beri illegal ve örtük eylemlerle, ihtiyaç duyulduğunda askeri darbe ve suikastlarla Fransız yeni sömürgeciliği işlevsel hale getirildi. Bu düzen, Charles de Gaulle’nin emriyle yakın arkadaşı ve Afrika Özel Danışmanı Jacques Foccart eliyle kuruldu, günümüze kadar da getirildi. Günümüzde darbe ile iş başına gelmiş Mali, Nijer ve Burkina Faso cunta rejimlerinin Fransa’ya yönelik sert tutumlarının, hatta bu ülkeleri ECOWAS’tan kopma noktasına getiren heyecanlarının kökeninde Fransafrika ile hesaplaşmak yatıyor. Fransa’nın bugün hem geçmişinden hem de mevcut küresel koşullardan dolayı Afrika ile ciddi bir kriz yaşadığı ortadadır. Fakat geçmişin hegemonik ilişkilerine karşı direnişe geçen ülkelerin bunu ne kadar sürdürebilecekleri büyük önem arz ediyor. Başarılı olmaları Fransa’nın kıta ile bağlantılarını kaybetmesine neden olabilir, bu nedenle sürdürülebilir bir karşı duruş tüm kıta için de temel bir gösterge olacaktır. 

Fransa ve ABD gibi ülkelerin arkalarında bıraktıkları boşluk kıtada faaliyet gösteren pek çok yeni aktör için büyük bir fırsattır. Hiç şüphesiz bu aktörler arasında Türkiye de mevcut. Türkiye’nin kıtaya güçlü bir biçimde eklenmesi yeni uluslararası koşullarda 2000’lerde mümkün oldu. Öncelikle Afrika politikası konusunda Türk hayırseverliğine bir parantez açmak gerekli. Türk STK’larının kıtada diplomatik misyonlardan çok önce varlık göstermesi kalıcı politikaların önünü açmıştır. İnsani yardımların Fransa gibi ülkeler tarafından başlarda tehlikesiz kabul edilmesi Türkiye’yi Afrika’da göz önünde olmayan, fakat giderek büyüten bir aktöre dönüştürmesi söz konusu olmuştur. Türkiye’nin Afrika politikasının şekillenmesini sağlayan ikinci faktör ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ikili ve çoklu ilişkileri güçlendirmek amacıyla yürüttüğü sıcak ve doğrudan diplomasi ile kıtaya gerçekleştirdiği resmi ziyaretlerdir. Erdoğan’ın Afrika konusunda ortaya koyduğu irade bu kıtaya yönelik çok boyutlu çalışmaların lokomotifi oldu. Erdoğan’ın girişimleriyle ve lider diplomasisiyle gerçekleştirilen Türkiye-Afrika zirveleri, karşılıklı ilişkileri değişen temalarla kademe kademe bugüne getirmiştir. 

Türkiye-Afrika ilişkilerini rotasını genellikle zirveler belirledi. İstanbul’da gerçekleşen ilk işbirliği zirvesi siyasi ve diplomatik ilişkilerin karşılıklı gelişimine zemin hazırladı. Karşılıklı olarak diplomatik misyonlar oluşturuldu, ziyaretler ve müzakereler sahada dinamizmi beraberinde getirdi. Türkiye ilk defa Afrika’da stratejik ortak hüviyeti kazandı. 2014’te Ekvator Ginesi’nin başkenti Malabo’da düzenlenen ikinci zirve, Türkiye-Afrika ortaklığının kurumsallaştığını ilan ederken özellikle ticari alandaki gelişimin işaretlerini vurguluyordu. Böylece gelişmekte olan siyasi ilişkilere paralel olarak ticari faaliyetlerde de gözle görülür bir artış yaşandı. Kıta ile toplam ticaret hacminin 21 milyar doları aştığı söz konusu aşamada TİKA, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü, Türkiye Diyanet Vakfı, Anadolu Ajansı, Türk Hava Yolları gibi kurum, kuruluş ve şirketlerin özellikle Sahraaltı Afrika’da etkinlik kazandığı bilinmektedir. Bugün toplam dış ticaret 40 milyar dolara koşuyor. 3. Türkiye-Afrika Ortaklık Zirvesi’nde ise politik ve ekonomik ilişkilere, “güvenlik işbirliği” ile üçüncü bir boyut daha eklenmiştir. Aralık 2021’de gerçekleşen zirvede “Birlikte Kalkınma ve Refah için Güçlendirilmiş Ortaklık” teması işlenmiştir. Askeri eğitim ve danışmanlık, terörle mücadele kapsamında polis gücünün eğitilmesi, Afrika Birliği ile güçlü bir güvenlik ortaklığı, güvenlik sorunlarının çözümünde güçlü siyasi, ekonomik ve bilimsel destek verilmesi gibi hususlar zirvenin sonuç bildirgesinde yer alması dikkat çekicidir. 

Türkiye’nin, uzun yıllardır terörle mücadele eden ve bu alanda tecrübe sahibi, savunma sanayiinde güçlü atılımlar gerçekleştiren, Libya ve Somali’de barışa doğrudan katkı yapan bir aktör oluşu Afrikalılar tarafından takip ediliyor. En temel sorunları devlet kapasite ve otoritesinin zayıflığı sebebiyle güvenlik ve istikrar olan Afrikalı devletlerle sürdürülebilir ekonomik ilişkilerin anahtarı da güvenlik işbirliği olacaktır. Nihayetinde istikrar sahibi olamayan Afrikalı bir ortakla uzun vadeli ticari ilişkilerin kurulma ihtimali oldukça düşüktür. Bu nedenle Türkiye’nin, mevcut durumu lehine çevirmesi için güvenlik temasına daha fazla alan açması kaçınılmazdır. Zaten hâlihazırda imzalanmış olan antlaşmalar sonucunda askeri eğitim ve danışmanlık, savunma sanayii ihracatı, askeri üs gibi konularda yürüyen bir süreç mevcut. Bunu daha da genişletmek Türkiye’ye Afrika’da kalıcı bir nitelik kazandıracaktır. Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerinde dikkat etmesi gereken bir başka husus, daha stratejik bir politikanın gerekliliğidir. Verim odaklı ortaklıkların önceliklendirilmesi bir zorunluluktur. Afrika’da sosyalizmi deneyimlemiş Somali, Mali, Gine ve Burkina Faso gibi ülkelerin Batı ile ilişkileri öteden beri zayıftı. Bu kategorideki ülkelerin ortaklık arayışı daha çok dikkate alınabilir. Hegemonyanın düşüşe geçtiği, değişimin kendisini hissettirdiği böyle bir süreçte Türkiye’nin Afrika kıtasında stratejik tercihlerle güvenlik aktörü rolü edinmesinin gelecek açısından belirleyici bir anlam ve nitelik kazanabileceği unutulmamalıdır. Bu tutum Türkiye’nin Afrika politikasını tamamlayacak ve kıtadaki rekabette geleneksel-yeni tüm rakiplerine karşı elini güçlendirecektir.

Editör: Şeyma GÜLEYÜZ

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu